Tuesday 6 January 2015

Metro-Tramvay-Metrobüse Binme ve Yeni Açılan Spor Salonları

Ne alakası var diyebilirsiniz bu iki konu için. Aslında çook alakalı ikisi. Niye mi? Hemen anlatayım:

Her tarafta açılan çok sayıda spor salonu var. Aylık, 3 aylık ve yıllık abonelikler var derken geçenlerde birinin günlük fiyatlamasına dahi denk geldim. Peki bu kadar çok spor salonu açılıyorsa bunlara giden o kadar çok insan var mı? Cevabı beni de şaşırtsa da, evet var. Üye olup ayda bir kere bile gitmeyen, haftada bir giden varsa da hemen her gün gidenler de var. Hem de sayıları hiç de azımsanmayacak kadar fazla.

"İnsanlar spora niye gider?" sorusunu kendi kendime sorunca aklıma mantıklı cevap olarak "günlük bilgisayar başındaki işlerinden sonra biraz hareket etme ihtiyacı" gibi geliyor. Buraya kadar herşey çok güzel.

Spora giden insanların bilgisayar başındaki insanlar olduğunu düşündüğümde aklıma benim de çalıştığım Zincirlikuyu-Levent civarı geliyor. Ve buralarda çalışan insanlar tabii ki. Yalnız bir sıkıntı var: Burada Gayrettepe ya da Levent durağında metroya, Zincirlikuyu'dan da metrobüse binmeye çalıştığımda garip bir durum oluyor. Metro için insanlar onlarca insan da aynı yerde bekliyor olmasına ve ortalarda pek kimse olmamasına rağmen yine de merdivenlerden aşağıya indikleri yerde beklemeyi tercih ediyor. Böylece metro geç kalkmak durumunda kaldığı gibi herkes binemiyor ve bir sonraki metroyu beklemek zorunda kalanlar oluyor.

Aynı durum metrobüste de geçerli. İlk metrobüsün olduğu yerde müthiş bir yığılma oluyor. Bu yığılma bazen öyle aşırı oluyor ki, turnikeden geçmek dahi mümkün olmayabiliyor. Halbuki aynı durumda en arkadaki metrobüste boş koltuk dahi oluyor kimi zaman.

Yazmamın asıl amacı günlük hayatta zaten yeterince hareket etmeyen insanların bir yandan spora gidip bir yandan da toplu taşıma kullanmak için birkaç adım atmak konusunda ayak diremelerindeki ironiyi anlatmak. Bu arada akşama kadar ayakta olup, çok yorulan ve metro-metrobüse binmek için zaten son enerjisiyle oraya gidip daha fazla ilerlememek isteyenleri bu problemin bir parçası olarak görmüyorum. Onlar da gerçi biraz daha yürüyüp geriye gitseler çok daha hızlı bir eşkilde araca binip oturabilecekler. Umarım bu gözlemimin aksi bir durumla karşılaşabilirim ileride.

Hazır Yemekler, Hazır Kahve vb.

Hayat hızlandıkça, biz de hızlanıyoruz. Doğal olarak yaptığımız herşey hızlanıyor. Bunların en başında da yemek geliyor. Ya da yemeğe harcadığımız zamanın kısalması..

Okulda öğlen araları az olunca, sadece yemekle zamanı geçirmek yerine biraz da arkadaşlarımızla takılmak için yemeği hızlı yemek lazım. Çare: Hazır yemek. İşyerinde öğlen aralarında yemeği hızlandırmak için yine çare hazır yemek. Çay zaten demli geldiği için sorun değil ama kahvenin demlenmesini beklemek birçok insan için bir eziyet.  Daha doğrusu herhangi bir şeyin hazırlanmasını beklemek için geçen süre gereksiz geçen süre olarak görülüyor. Bu durumda da işte, hazır gıdalara, hazır içeceklere başvuruyoruz. Şahsen ben içecek olarak su, ayran (genelde açık olandan), maden suyu (soda değil), çay ve kahve olarak da ya Türk kahvesi ya da filtre kahve tercih ediyorum. Bunların dışında kalan içecekler bana hitap etmiyorlar.  Tamamen bir tercih meselesi bu. Kahve ile ilgili daha önce yazmıştım.

Biraz önce arkadaşımın paylaştığı bir haberi gördüm. Hazır noddle'un ne kadar zararlı olduğunu, mideye neler yaptığını anlatan bir haberdi bu. Hazır yemekler konusunda yazmam gerektiğini bir kere daha bana hatırlattı bu durum.

Özellikle öğrencilik dönemlerinde başlıyor hazır yemek alışkanlıkları. Öğrencilik derken aslında biraz daha geriye, okul öncesine kadar da gidebiliriz. Ailece gidilen AVM gezilerinde yenen masum hamburgerlerle başlıyor hikayemiz. 14 yıldır bozulmayan hamburger hikayesini bilmeyen ya da duymayan var mıdır? Bence bi okumakta fayda var. Sadece görselleri dahi yeter durumu anlamak için. En ilginci ekmeğin dahi bozulmamış olması. Böceklerin dahi yemediği bir gıdayı biz üstüne bol bol para verip tüketiyoruz. Bakın bir de böyle birşey var. Peynir mi başka birşey mi belli değil.

Hamburger, cips, hazır çorba, dondurma gibi gıdaların içinde bulunan çin tuzu diye adlandırılan madde aslında insanların bu gıdaları niye bu kadar tercih ettiğini biraz da olsa anlatıyor. Tatsız, tuzsuz bu katkı maddesinin insanlarda bağımlılık yarattığı ve daha çok yemelerine/içmelerine neden olduğu ifade ediliyor. Katkı maddeleri denince de birçok farklı türü var ve bunların ne kadar doğal oldukları tabii ki üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.

Bu ve benzeri bilgileri biraz araştırınca internetten bulabiliyoruz aslında. Bu yüzden çok da detaya girmemek gerek bence. Yalnız asıl konu şu ki, bunları bilerek ve isteyerek kendimiz tercih ediyoruz.  2013 yılı ölüm istatistiklerine bakınca ölümlerin yaklaşık %40'ının dolaşım sistemi hastalıklarından ve %20'sinden fazlasının da iyi ve kötü huylu tümörler kaynaklı olduğunu görebiliyoruz. Bunun pratik anlamı kendimizi bilerek ve isteyerek zehirleyip öldürüyoruz.

Burada asıl bahsetmek istediğim konu bunların dışında, biraz daha ne yapılabilir meselesinde aslında. Birinci ve kolay olanı herşeyi olduğu gibi kabul etmek ve aynen yolumuza devam etmek. Bu durumda tabii ki şikayet etme hakkımızın da olmadığını bilmek lazım.

İkinci yöntem ise nispeten daha az hazır yiyecekleri tercih edip daha çok ham yiyecekleri tüketmek. Piyasa koşulları bu gıdaların fiyatlarını artırabilir ama bu da biraz politika meselesi. Yani iktidar süt şöyle üretilecek, gıdalarda en fazla bu kadar katkı maddesi kullanılacak, tüm fabrika ve üretim tesisleri kameralarla halkın gözetimine açılacak, doğal gıda üretenlere şu kadar devlet katkısı sağlanacak, doğal gıdalardan alınan vergi %1 seviyesine indirilecek gibi adımlar atarsa, halk da doğal gıdaya yönelip hazır gıdayı terk etmeye başlarsa, üreticiler de tüketicilerin istediklerini yapmak durumunda kalırlar. Çünkü üretici birkaç firma, tüketici ise milyonlarca insan var. Biz tüketmezsek onlar da üretemezler. GDO meselesinde de durum böyle.

İtalyanlar birçok açıdan bize benzemesine rağmen bazı açılardan da öncü görev üstlenebiliyorlar. Mesela yavaş şehir (slow city) konusunda. Hızlı giden hayata karşı yavaş şehir konseptini ortaya çıkardılar. Ve tüm dünyada aldı başını gitti bu uygulama. En çok yavaş şehir tabii ki İtalya'dan. ABD'de bu konu sadece Kaliforniya eyaletinde önemseniyor. Türkiye'de ise ilki Seferihisar/İzmir oldu. Devamı da geldi tabii ki:

Bu listeye daha da eklenecek birçok şehir olacaktır diye tahmin ediyorum. Ve bu işin başlangıcı her ne kadar idare/belediye/hükümet olsa da asıl olay biziz, yani Halk. İlk adım ise tercihlerimizi değiştirmek.