Thursday 25 December 2014

Hayatı Yaşanır Kılan Şeylere Dair

Zaman değişiyor.
Değerlerimiz değişiyor.
Kültürümüz değişiyor.
Hepsi "global"leşiyor...

Globalleşme derken birçokları bir yandan şikayet ederken bu durumdan, diğer yandan da akımına kapılıp gidiyor.. Halbuki akıma kapılıp kapılmamak bir ölçüde kendi dışımızda gelişse de büyük ölçüde bizim elimizde..

Geçenlerde bir arkadaş söyledi, insanlar kendini tanıtırken meslekleriyle tanıtıyorlar artık diye. Ameli'deki gibi alışkanlıkları ya da yapmayı sevdiği şeylerle değil.

Bazen insanlar soruyor bana, nasıl böyle olabiliyorsun diye.. İşte cevap veriyorum:

İstediğim şeyleri yapıp istemediklerimi yapmayarak bir ölçüde.

Ya da yapmak istemediğim şeyi yaptığımda bunu o şeyden nefret ederek değil, onu benimseyerek yaparak..

Ya da daha geniş tanımla, severek yaptığım şeyleri daha çok yaparak. Sevmeden yaptığım şeyleri de olduğu gibi, değiştirmeden ve kendimi üzmeden yaparak..

Başka bir şey de insanları oldukları gibi kabul ederek. Yargılamadan. Yaptıklarının onların kendi seçimleri olduğunun bilincinde olarak..

Kendini tanıtmak demiştim. Ben, örneğin, kendimi tanıtacağım zaman fotoğraf tutkunu, tango sever, çözüm insanı, mühendis (alan önemli değil) ve gönüllü olarak tanıtmayı tercih ediyorum. En başta da insanım tabii ki. Tüm alt kimliklerimden arınmış halde, sadece bir insan..

Hayatı yaşanır kılan şeyler dedim en başından. Bunlar benim için bir çocuğun gözlerindeki gülümsemeyi görmek ve hissetmek, tanımadığım insanlara karşılığını beklemeden yardım etmek, sevdiğim bir arkadaşımdan ya da çok az tanıdığım ama beni kırmayan bir insandan kartpostal almak, insanları güler yüzle karşılamak, sevdiklerime onları sevdiğimi söylemek, komedi dizileri/filmleri izlemek, fotoğraf çekmek, dans etmek, herhangi bir konuda çözüm bulmak.. Sabahları uyanıp yeniden doğduğunu hissetmek.. Doğan güneşi ve bunda yatan mucizenin farkına varmak.. Bunları daha çok uzatabilirim..

Demem o ki, insan istediği gibi, hakettiği gibi yaşar.. Mutlu olmak da o insanın elinde işte..

Wednesday 24 December 2014

Garip Şey Şu Hayat - Herşey Bedava

Çok garip hem de..

Mesela cep telefonumuza reklam mesajları gelir. Şikayet ederiz bunlardan. Üşenmezsek, arayıp operatörü, iptalini isteriz tüm reklam mesajlarının. Ya da yandaki gibi bedava SMS verirler bir sürü..


Daha sonra sokakta gezerken bir de bakarız ki beklediğimiz indirim gelmiş de geçmiş. O almayı çok istediğimiz mont satılmış bile. Ya da hepsi satılmamış ama bedeni de kalmamış bize göre. Haberdar olmadığımıza üzülür, haberdar edilmediğimize kızarız sonra.


Bu sefer de reklamların/promosyonların istediğimiz gibi gelmesini isteriz. Gelirler de. İnternette tarama yaparken bir sitede aradığımız ürünün başka bir sitedeyken yanda görünen reklam olduğunu görürüz. Nasıl bu kadar çabuk ayarlanabildiğine şaşırırken bir yandan da gizliliğimizin ihlal edildiğini düşünürüz. Ne de olsa biz doğrudan izin vermemişken bir sitede yaptığımız ürün araştırması o andan itibaren girdiğimiz birçok internet sitesinde reklam kısımlarını süsler. Hatta bazen sepete koyduklarımızın hepsi dahi görünür orada. Şaşırır kalırız ama durum budur işte.

Şikayet ederiz bankalardan, çeşitli kurumlardan satış amaçlı arama olduğunda. Çok kızarız. Diğer yandan da sadece promosyon ürününü bedava alabilmek için cep telefonumuzu, ev adresimizi, eposta adresimizi veririz. O günden itibaren de sürekli reklam mesajları alırız. Hatta bazen o kadar kızarız ki, telefonda arayana hakaret boyutuna bile gelebiliriz. Bilgilerimizi nereden bulduklarını sorarız. Cevap aslında çok basittir: Ya biz vermişizdir, ya bankalar, ya da resmi kurumlar. Öyle ya da böyle o reklamlar bize gelmeye devam ederler..

Baattin bile kızmış, bakın..


Herşey sanki Google ile başladı. Bir gün girdi hayatımıza. Kapıyı bile çalmadan. Sade bir sayfayla hem de. Neredeyse bomboş bir sayfa hatta. Araştırdık, bulduk her aradığımızı. Yan tarafta öneriler geldi sonra. Onlar da tam aradığımız gibiydi. Ya da en azından öncekilerden çok daha iyiydi. Google önce amcamız oldu. ''Google Amca'ya sor!'' deyimi dahi yerleşti dilimize.


İnsan ailesinden birinden kötü ve yanlış birşey bekler mi? Beklemez tabii ki. Biz aslında çok düzgün ve dürüst insanlar olmamıza rağmen büyüklerimizin bizi çeşitli şeylere alıştırması gibi Google Amca da bizi bedavacılığa alıştırdı. Programları bedavaya verdi. Cep telefonumuza işletim sistemini bedavaya verdi. Önce Windows vardı, herşeyi paralı olan. Bir yandan bilgilerimizi alıyor, onları kendi çıkarları ve ABD çıkarları için paylaşıyordu. Google gelince önce amcamız oldu. Sonra da Microsoft'un yaptıklarını bize bedavaya vermeye başlayınca daha bi sevmeye başladık Google Amca'yı. Zaten o arada oldu Google olmaktan Google Amca'lığa terfi etmesi..


Hotmail bize 2MB büyüklüğünde eposta alanı verirken, Yahoo 6MB veriyordu. Bi ara 15MB'e dahi çıkmıştı. ABD'deki Hotmail kullanıcılarına özel 250MB eposta alanını görünce, müthiş birşey demiştim. Olağanüstüydü o zaman. Google Amca tabii ki yardımımıza yetişmişti o arada. Bir anda herkese 1GB eposta alanı vermeye başladı. Önce şaşırdık. Sonra müthiş sevindik. Birkaç sene herkes davetle alma ihtiyacı hissetmesine rağmen sürekli büyüyordu. Ben de ilk çıktığı zamanlarda bir arkadaşımdan almıştım daveti ve hemen kullanmaya başlamıştım. Ne güzel günlerdi.. Her rüyanın olduğu gibi bu rüyanın da sonlarına yaklaştık: Geçenlerde dava konusu olunca Google, yaptığı savunmasında insanların epostalarını "tabii ki" okuduklarını söylemişlerdi. İhtiyaçları olduğunda, ki reklam için bu ihtiyaç süreklidir, okuyorlardı. Sonucun nasıl olduğunu bilmiyorum ama benim için Google Amca ölmüş, yerini Google'a bırakmıştı o vakitten sonra.

Herşeyin bedeli olduğu gibi bunun da bedeli vardı ama. Tüm bilgilerimiz ortalığa saçıldı. Daha doğrusu bunun farkına vardık. Yani öyle ücretsiz verilen şeylerin hepsinin bir şekilde bedelinin, masrafının karşılanması gerekiyordu. Bu masraf da doğrudan parayla olmasa da böyle reklamlar sayesinde karşılanıyordu.

İşte size garip bir hayat.. İki seçenek var: Ya bedavaya yaşamaya devam. Ya da kendi güvenliğimiz için biraz daha para harcamak lazım..

Tuesday 9 December 2014

İstanbul'un Bitmeyen İnşaatları ve Metro Hatları

İstanbul, Dubai'den sonra gördüğüm en büyük şantiye şu anda. Memleketin her tarafında inşaat yapılıyor. Hem de öyle ufak tefek projeler değil. Nereye baksanız, en yerleşimi yoğun olan yerlerde dahi, mutlaka en az birkaç tane kulevinç görmek mümkün. Kimi bölgelerde birkaç taneden çook daha fazla hem de.

Yaşananların sıradan vatandaş için tercümesi 'daha fazla trafik çilesi' şeklinde özetlenebilir. Bu 'çok özel ve büyük' projelerden konut alanlar için ise en basit şekilde paralarının boşa gitmesi şeklinde söylenebilir. Neden peki? Çok basit: Mesela düzgün ve güvenli ve kaliteli hayat yaşamak isteyen biri evini Bahçeşehir'den alınca, işi çok yakında değilse her gün daha fazla zamanını yollarda geçirecek ve, ne yazık ki, bu durum daha iyiye de gitmeyecek.

Geçenlerde dikine şehirleşmeyle ilgili bir yazı vardı paylaştığım ve başka bir blog yazımda bu konunun ne kadar yanlış olduğunu anlatmıştım. 2 Kasım 2014 tarihli Sabah gazetesinden bir yazıda da bu %20 artışın insanların evlerine gidişlerindeki süreyi ne kadar artırdığına dair bilgi var. Bunlar hep resmi kaynaklardan alınan bilgiler. Bahsetmiştim yine bir önceki yazımda, depreme karşı alınması gereken önlemlere harcanmak amacıyla toplanan vergiler bir önceki hükümetin koyduğu ek vergi olmasına rağmen bu para deprem önlemleri için değil, hükümetin icraat olarak bahsettiği duble yollara harcandı senelerdir. Ve kimi başka yerlere tabii ki. Deprem için ise yine vatandaşı kendisiyle başbaşa bırakıp müteahhitlerin kollarına attılar. Sonuç: Her yıkılan bina için birkaç kat daha yüksek yeni bina. Sonuç:
Ek trafik yükü.
Ek hayatımızdan çalınan ve trafikte geçen zaman.
Ek yakıt masrafı.
Ek hava kirliliği.

Bunlara çözüm olarak da metro yaptığını söyleyen devlet büyüklerimiz var. Metroyla kentin trafik sorunu çözülecekmiş. Peki bakalım başkaları metroyu nasıl çözmüş ve biz nasıl çözeceğiz..

Aşağıda Köln'ün raylı sistem haritasını bulabilirsiniz. Hatlar her ne kadar bu kadar dümdüz gitmiyor olsa da yaklaşık güzergahlar bu şekilde. Açıkca görebileceğiniz gibi hatlar bir uçtan başlayıp diğer uca olabildiğince doğrusal bir hat çizerek gidiyor. Duraklar arasındaki mesafeler de hiç öyle uzun değil. Birçok yerde aynı yerde bir tramvaydan/metrodan inip bir diğerine binebiliyorsunuz.


Bir de Münih'in haritasına bakalım:


Üstteki iki haritada da tüm hatlar yer altından gitmiyor. Şehrin merkezi diyebileceğimiz yerinden çıktıktan sonra yeryüzünden giden bu hatlardan S ile başlayan hatların büyük bir kısmı yeryüzünden giden, durak aralığı daha fazla olduğundan daha uzak mesafelere daha hızlı giden şehiriçi tren hatlarıdır.

İşte burada da İstanbul'un 2019 için öngörülen haritası. Yani vizyonumuz:

Trafiği gerçek anlamda rahatlatabilecek en önemli hat karayolundan gidiyor: Metrobüs. Adında metro var ama gerçekte bildiğimiz otobüs. Biraz daha uzun ve tercihli yoldan gideni. Karayolunu işgal ettiği için daha az araç karayolunu kullanabiliyor. Bu hatlara bakınca bitince gerçekten işe yarayabileceğini düşündüğüm Gebze-Halkalı hattı var. Çünkü bu hat sayesinde bu güzergahtaki birçok insan rahatça işlerine gidebilecekler. Duraklar arasındaki geçişler oldukça fazla zaman aldığı için insanlar bunları çok da tercih etmeye yanaşmıyor. Evinden çıktıktan sonra en fazla 500m yürüyerek metroya varınca metropolde yaşıyor hissedilebilir ama 2019'da dahi böyle birşey gördüğüm kadarıyla öngörülmüyor.

Metro konusunda uzman değilim ama oldukça tembel insanımızın trafikte kalma pahasına sırf fazla yürümemek adına metroyu kullanmayı tercih etmediğini, bu konuda sürekli şikayetçi olduğunu defalarca duydum. Bir de tabii durakta hatlar arasındaki geçişlerdeki yürüyüş mesafelerinin aşırı uzaklığı var. En güzel örnek de sanırım Uzunçayır metrobüs durağı ile Ayrılıkçeşme metro istasyonu arasındaki mesafe. Neredeyse 10dk kadar sürüyor bu aradaki geçiş. Metro yaparken geçişlerin de daha kısa ve pratik olması sanırım en önemli tasarım sorunlarından biri olduğunu kabul etmek gerek.

Üstteki haritaya sürekli farklı açılardan bakmaya çalışmama rağmen hangi mantıkla yapılmış olduğunu anlamakta cidden zorlanıyorum.

Ağırlaşan Bilgisayar ve Telefonlara Çözüm

Eskiden bilgisayarlardı ağırlaşan cihazlarımız. Birkaç sene kullanır, sonrasında ağırlaştı diyerek yenisini almaya davranırdık. Şimdilerde ise durum biraz daha telefona kaymış durumda. Telefonları insanlar sık sık değiştirmeye başladı. Gerekçe daha çok elindekilerin ağırlaşması..

Ağırlaşma dediğimiz "Alırken iyi çalışan cihaz neden sonradan ağırlaşsın ki?" sorusunu da beraberinde getiriyor. Bunun birkaç nedeni var. Bilgisayar ve telefon için bunlar birazcık değişebiliyor. Bilgisayar için biraz aşağıda detayları okuyabilirsiniz. Telefonlar için durum şöyle:


1- Telefonların işletim sistemleri revize olup güncellendiği zaman yeni versiyonlar genelde biraz daha iyi grafiklere sahip olduğundan telefonu daha fazla yorarlar.
2- Kullanmadığınız uygulamalar gereksiz yer ve RAM kullandığı için telefonu ağırlaştırırlar.

3- Fotoğraf, video ve müzik gibi dosyaları habire kaydettiğimizde telefonun hafızası azaldığı için kendisine çalışacak alan bulmakta zorlanır ve bu durum da telefonu ağırlaştırır.

Peki ne yapmalı?

1- Özellikle iOS güncellemelerini telefonun hızını etkilemediğini teyit edinceye kadar yüklememek. Zira telefon sağlam olmasına rağmen sadece işletim sistemi versiyonu ve yeni versiyonun daha fazla RAM ve işlemci ihtiyacından dolayı birçok insan telefonlarını değiştirmek durumunda kalıyor. Yani güncellemenin üstünden birkaç ay geçtikten sonra eğer yaşayanlar sorun yaşamıyorsa yükleyin, yoksa yüklemeyin. Bu durum Android için güncelleme sadece 1,5 sene olduğundan ciddi bir sorun teşkil etmiyor.

2- Uygulamalarınızın arasında kullanmadıklarınızı silip telefonun hafızasını ve RAM'ini temiz tutun.

3- Fotoğraf, video ve müzik dosyalarının kullanmadıklarınızı telefonda tutmak yerine bunları bilgisayara yükleyerek yedeklerini alın. Telefonun hafızasındakileri de silin. Böylece telefon hafızası daha boş olacağından daha rahat edersiniz.

4- Android telefonlarda telefona hafıza kartı alacağınızda unutulmaması gereken en önemli konu bu hafıza kartlarının hepsinin (aynı kapasitede olsalar da) hızlarının aynı olmadığı gerçeğidir. En az Class 10 hızında bir hafıza kartı kullanırsanız bu da telefonunuzun hızına pozitif etki yapacaktır. Bakınız soldaki fotoğraf.

5- Telefonunuzu şarj olurken kullanmanın da bir yandan dolmaya çalışan pili diğer yandan bitirmeye çalışmak anlamına geldiğini söylemem lazım. Hem telefonu yoran hem de pilinizin ömrünü azaltan bir durumdur bu.

Bonus: Şarjla ilgili bir konu da %20'nin altına düşmeden şarja takmanın pil ömrünü artırdığını da unutmamak gerekir.

Bilgisayarlarla ilgili de durum şöyle:

1- Teknoloji sürekli gelişip değiştiği için buna bağlı olarak bilgisayarlarda kullanılan programlar ve uygulamalar da bunlara paralel daha yoğun işlemler yapmaya başlıyor. Yani yeni versiyon demek, daha fazla RAM ve işlemci ihtiyacı demek bir anlamda.

2- Oyunlar sürekli gelişip daha fazla grafik ihtiyacı hissettiği için eski versiyonu iyi çalışırken yeni versiyonu sıkıntı çıkarabiliyor bu oyunların.

3- İşletim sistemleri güncellendikçe RAM, işlemci ve sabit diskten istedikleri artıyor.

Durum böyle olunca da "bilgisayar yavaşladı" diyoruz doğal olarak.

Çözümüne gelince birkaç adımı var bunun:

1- RAM'i yükseltmek. Bu en kolay ve pratik çözümdür. Bilgisayarın desteklediği RAM'i örneğin 2GB yerine 8GB'ye çıkarttığınız zaman programlarınız çok daha rahat çalışacaktır.

2- Bilgisayarda kullanmadığınız programları silerek ve "disk defragmantation" yani disk düzenlemesi yaparak parça parça olarak kaydedilen bilgilerinizi bir araya toplayabilir, böylece bilgisayarın daha hızlı onları bulmasını sağlayabilirsiniz. Ya da Windows herşeyi kaydettiği için arada bir format atmak ve bilgisayarı sıfırlamak ve tekrar kurulum yapmak da bilgisayarın daha hızlı çalışmasına faydalı olacaktır.


3- Sabit diski SSD ile değiştirmek. SSD sabit disklerde hız saniyede 1000MB seviyelerine kadar çıkabiliyor. Kimi zaman sadece işletim sisteminin üstünde çalıştığı sabit disk bölümünü SSD, diğerini normal SATA disk olarak kullanırsak da programlar hızlı olan SSD üzerinden çalıştığı için hız olarak rahat ederiz. Sabit disk olarak sadece SSD kullanacaksanız fiyat biraz daha artacaktır. Çünkü bu disklerin fiyatları diğerlerine göre daha pahalı.


Saturday 15 November 2014

Ceza Kültürü

Victor Hugo'nun Sefiller adlı romanını okuyan var mıdır? Sanırım birçoğunuz kısa versiyonlarını okumuştur çocukluğunuzda. Zorunlu okunması gereken kitaplar listesinde ilk sıralarda yer alıyor Sefiller. Benim de hayatta en sevdiğim romanlardan biridir. İçinde birçok roman barındıran.

Sefiller'in hikayesi sadece bir fırının camını kırarak ekmek çalmaya kalkan bir adamın hapse atılması, sonrasındaki süreçte hapisten kaçmaya çalışmaları yüzünden aldığı ceza artarak sonuçta hayatının 19 yılını burada geçiren bir insanın hapisten çıktıktan sonraki hikayesi anlatılır. Bu hikayenin temelinde ekmek çalmak için 5 yıl hapis cezası alması vardır. Ailesi aç kalmasın diye ekmek çalan bir insana verilen 5 yıllık hapis cezası adil midir? Tartışılabilir. Yalnız asıl gelmek istediğim nokta, buradaki cezanın Jean Valjean'ın niye ekmek çaldığını sorgulamak, bir daha çalmamasını sağlamak yerine ona ceza vermek olmasıdır.

Peki bir soru: Ceza niye vardır?

Bence cezalar caydırıcı olmak için vardır, olmalıdır. Örneğin park etmenin ücreti 1 lira iken park edip ücretini ödemeyene 150 lira ceza verilirse, hiç kimse park edip de ücretinden kaçmaya çalışmaz. Çünkü cezası çok ağırdır.

İş güvenliği konusunda bahsetmiştim bir önceki yazımda, nasıl cezalar verilmesi gerektiğini anlatmıştım. Bir işveren olarak, isterse ülkem ILO'nun iş güvenliği konusundaki kararlarını onaylamasın, kaza olması durumunda bu kaza bana alacağım önlemlerin maliyetinin 3-4 katına malolacaksa o durumda önlem almayı tercih etmeyebilirim. Çünkü, olaya birçok patronun baktığı gibi, finansal açıdan bakarsak, önlemler için hemen para vermem gerekirken kaza ne zaman olacağı belli olmadığı için önlemleri geciktirmek istatiksel olarak işime gelir. Çünkü o zaman ödeyeceğim parayı daha sonra ödeyebilirim. Fakat önlemin maliyeti 1 milyon, cezanın maliyeti 50, hatta 100 milyon seviyesinde olursa kimse onun riskine girmez, girmek istemez, girmeye cesaret edemez.

Köln'de bilet kontrolü nadiren, araç kalktıktan sonra yeleğini giyip biletleri kontrol eden görevliler tarafından yapıldığı için birçok insan biletsiz seyahat edebiliyor. Almanlardan pek yapan görmememe rağmen yabancılar çok yapıyordu. Normal bilet 2,15€ ve cezası da 40€ idi. Burada ceza çok aşırı yüksek olmayınca ben de '20 kere kurtulursam kontrolden, parayı çıkarmış olurum!' diye düşünerek sabah 9.00'dan önce başlayan derslere bilet almıyordum (benim aylık biletim sabah 9'dan itibaren geçerliydi çünkü) giderken. Birkaç sefer sonrasında yakalandım ve 40€'yu ödedim. Halbuki ceza 100€ seviyesinde olsaydı, o zaman çok daha dikkatli olurdum.

Dubai'de trafik cezaları ciddi anlamda çok yüksektir. Mesela kırmızı ışıkta geçmenin cezası $550 ile aracınızın iki hafta bağlanmasıdır. Emniyet şeridinden gitmenin cezası 6 ay hapistir. Emniyet şeridi derken ortalama 6 şeritlik, kimi yerde 10 şeride çıkan yolda ciddi yoğun trafik olduğuna defalarca şahit oldum. Çünkü aşırı sayıda fazla araç var memlekette. Emniyet şeridine giren bilmiyorum ama bizim yöneticilerden biri bir gün kırmızı ışıkta geçince ceza almış ve aracı da 2 hafta kilitlendiği için benim aracı almak istemişti. Aşırı hızda da aynı şey geçerli. Katlanarak artan ve ciddi anlamda caydırıcı cezalar vardı. Bu yüzden de hani yolda yol verme kültürü çok olmasa da trafik kurallarına uyma konusunda bizden çok daha ileridelerdi.

Demem o ki, cezaların yıkıcı değil yapıcı olmaları lazımdır. Ceza belirlenirken maksadın caydırıcılık olması gerekir, cezalandırmak değil. Ancak o zaman bazı şeyler oturur ve nispeten daha düzgün bir düzende yaşayabiliriz.

Friday 14 November 2014

İş Güvenliği Nasıl Temin Edilir?

Son birkaç gündür bu konu üzerine iyice düşünüyorum. En sonunda aklıma geldi: İş kazalarının, nedenleri soruşturulmasının dışında, TÜM maliyetinin iş kazası olan işletmeden tahsis edilmek üzere devlet tarafından yapılması. Diğer bir deyişle, herhangi bir yerde iş kazası olduğunda, sorumlulukla ilgili adli süreç işlemekle birlikte, kazayla ilgili tüm çalışmaları devletin kurumları yapsın ve bu çalışmaların maliyetleri de firmadan kesilsin. Hem de misliyle.

Birkaç aşaması var konunun. Öncelikle ailelere kayıplarından dolayı verilecek tazminat en az 7 basamaklı bir ücret olsun. 11 sene önce Köln'de gönüllü çalışmaya giderken AB Komisyonu tarafından bana yapılan sigortanın detaylarını halen daha hatırlıyorum. Can kaybı ya da kalıcı sakatlık durumunda ödenecek tazminat 5.000.000 € idi. Yanlış duymadınız. İnsan hayatının her ne kadar parasal karşılığı olmasa da birçok aile için böyle bir tazminat işverenlerin iş güvenliğini bir nebze olsun daha dikkate almalarını sağlayabilirdi. Ufak bir örnek: Soma'daki madende hayatını kaybeden tüm işçilerin aileleri çeşitli davalar açmışlar hem işveren, hem de bakanlıklar aleyhinde. Ödenecek öngörülen tutar 200-350 milyon lira arasında. Dediğim gibi olursa ise tek kalemde toplamda 1,5 milyar avro tazminat demek bu. Rakamla da 1.505.000.000 €. Tabii kurtarma çalışmalarının maliyeti ile diğer açılacak davalar bunun dışında. Bu kadarlık tazminatın pratik anlamı ise holdingin iş cinayetinde hayatını kaybedenlerin yakınlarına devredilmesi denebilir.

En büyük denen firmayı dahi derinden sarsabilecek bir miktar bu. Bizimkilerin de zaten iş güvenliğinden ziyade hızlı çalışmayı destekleyip daha hızlı para kazanmaya çalışmalarının önüne geçebilecek belki de tek çare.

İş güvenliği en başta mantalite meselesidir. Bu işin fıtratında var derseniz insan hayatına verdiğiniz değer orada anlaşılır zaten. İşverenlerin iş güvenliğini önemsemesinin ise tek yolu maddi olarak maliyetini önlerine çıkarmanız olacaktır.

Ceza vermenin amacı kişiyi/kurumu cezalandırmak olduğu sürece bir yere varamayız. Ceza o işin olmasının önüne geçebilecekse, candırıcı olabilecekse, o zaman cezadır diyebiliriz. Mesela Dubai'de emniyet şeridine girmenin cezası 6 ay hapistir. Kırmızı ışıkta geçmenin cezası ise $550 (1232TL) para cezası ile 15 gün araç kilitleme. Yani parayı verip bir de 15 gün aracınızı kullanamıyorsunuz. Böyle olunca da kimse ne kırmızı ışıkta geçiyor, ne de emniyet şeridini kullanıyor. Olay bu kadar basit gerçekten de.

Yalnız bir noktayı atlamışım: İş güvenliğinin işçi ayağını. Önlemlerin alınması, gereken kontrollerin zamanında, aksatılmadan yapılması gibi sorumluluklar işveren aracılığıyla yöneticilere, mühendislere verilir. Fakat işin bir de uygulayıcı, yani işçi ayağı vardır. Burada da bence katı olması gereken işveren ve işçilerin başlarındaki yöneticilerdir. Eğer ki işçi kendi hayatı için olan iş güvenliğini umursamıyorsa çalışmaya da hakkı yoktur çünkü. Mesela inşaatta kalıp üzerinde çalışırken düşme potansiyeli olan yerde emniyet kemerini takmıyorsa işçi, en fazla bir kere uyarılıp ikincide hiçbir hakkı verilmeden işten atılmalıdır. İnşaatın içinde olduğumdan biliyorum, birçok defa işçiler güvenlik önlemlerini almadan çalıştıkları için kaza geçirdiler. Hatta bir keresinde bir sıvacının, defalarca uyarılmasına rağmen dinlememesi ve yöneticilerinin de umursamamasından dolayı öldüğünü biliyorum, iskeleden düşerek. Ya da mühendisin iş güvenliği ayakkabısı giymeden iskeleye çıkıp yürüdüğü sırada ayağına çivi battığını ve şansa kendini geriye atarak kurtulduğunu.. İkisinin de iş güvenliğini umursamadığından dolayı iş akdinin tazminatsız olarak feshedilmesi iş güvenliğinin uygulayıcı ayağını tamamlaması konusunda önemlidir. Böylece herkes çok daha dikkatli olup ona göre çalışabilir. 

Tuesday 28 October 2014

Toplu Taşımada Çok Başlılık

İstanbul Belediye Başkanı olduğumda ilk icraatlarımdan biri sanırım bu olacak: İstanbul'da toplu taşımacılıktaki çok başlılığı bitirmek!

Peki bu konu niye bu kadar önemli?

Çünkü toplu taşıma İstanbul gibi neredeyse 20 milyon insanın aynı anda yaşamaya çalıştığı bir megapol için çok önemli. Milyonlarca insan bu toplu taşımayı her gün kullanıyor ve sürekli farklı standartta hizmet alınıyor. Bunun da çok temel bir nedeni var. İETT, belediyenin şirketi ve çalışanlar da belediyenin kendi çalışanları. Özel Halk Otobüsleri (ÖHO) dolmuşların biraz daha büyük versiyonu gibi. Şöförler yolcu almak için, yolu çok tıkamayacaklarsa, herhangi bir yerde elini kaldıran bir yolcu için durabilir, yolun ortasında yolcu indirebilir, durağa yanaşmadan önündeki kendisiyle aynı yöne giden araçla yarışabilir. Bunların hepsi günboyu gördüğüm şeyler. İstanbul Otobüs A.Ş. ise nispeten daha yeni bu işte. Adamın biri, genelde millevekilleri diye duymuştum, kendisine otobüs alıyor ve bu şirket aracılığıyla İETT ile gelir paylaşımı yöntemiyle hizmet veriyor halka. Yani bunlara da ÖHO'ların azıcık daha gelişmiş ve organize versiyonu denebilir. Bunların yanısıra bir de İstanbul Ulaşım A.Ş. var. Metro hatlarını organize ediyor. Bu şirket de İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne (İBB) bağlı.

Başka peki? Başka da var. Mesela vapurlar Şehir Hatları bağlı. Alternatif olarak başta Dentur Avrasya var. Alternatif derken aynı hatta hizmet veren diğer kuruluşlardan biri. ÖHO'nun deniz versiyonu yani. Diğer yandan tabii dolmuşlar, taksi dolmuşlar, taksiler ve firmaların servis araçları var. Detaylar için: Vikipedi: İstanbul'da toplu taşıma

Neyse ki metro ve tramvayda sadece İstanbul Ulaşım A.Ş. çalışıyor. Bu alanda henüz daha yatırımlar hızlı giderken özelleştirmenin olmasını bekleyemeyiz sanırım.

Toplu taşıma deyince elektrik idaresi, su idaresi, doğalgaz idaresi gibi tekel bir yapıdan söz etmek gerekir. Bunun en temel nedeni sürekliliği ve kalite standartlarını tutturmaktır. Kalite konusunda memleket olarak durumumuz zaten oldukça kötü. Toplu taşıma alanında bunu çok açık görmek mümkün. Daha birkaç gün önce ÖHO aracında iki kişi bebek araçlarıyla binmek isteyince şöför almak istemedi. Yolcuyu nereye alacağını sordu kendisini savunmak amacıyla. Halbuki şöförün görevi binen insanların nasıl ve hangi araçlarla bindiği değil, yolcuları gittiği yere zamanında ve konforlu bir şekilde ulaştırmaktır. Başka bir amacı yoktur toplu taşıma araçlarının. Fakat işi bireylere bıraktığınızda onlar da bunu işletme gibi görüp en çok nasıl para kazanacaklarının hesabını yaparlar. Her yerden yolcu alıp, ana yolcu güzergahlarında yavaş gidip daha fazla yolcu alarak, ana yola çıktıklarında ise aşırı hızlı araç kullanıp, kimi zaman olayı yarış boyutuna taşıyarak yolcuları tehlikeye atarak çalışırlar. Çünkü ana amaç daha çok para kazanmaktır, yolcuya/halka hizmet değil. Toplu taşıma da hizmet amaçlıdır, gelir amaçlı değil!

Engellilere ve yaşlılara verilen ücretsiz kartları bu kişiler bastıkları zaman ÖHO şöförleri kimi zaman bu insanları aşağılayıcı sözler sarfetmekten geri kalmıyor. Buna defalarca şahit oldum. Bu insanlar da birşey diyemiyor bu duruma ne yazık ki. Çünkü bunun olmasının nedeni kendileri değil ve karşı çıkma cesaretini bulamıyorlar kendilerinde.

Biraz da toplu taşımadaki araçların oranlarıyla ilgili bakınca şöyle bir tabloyla karşılaştım:

İstanbul`da Toplu Taşıma

KARAYOLU
Günlük yolcu sayısı
Türü içerisindeki payı (%)
Metrobüs
800.000
8,27
İETT
927.546
9,59
ÖHO
1.441.334
14,90
OAŞ
795.504
8,22
Minibüs
2.100.000
21,71
Taksi Dolmuş
110.000
1,14
Taksi
1.100.000
11,37
Servis (kayıtlı)
2.400.000
24,81
TOPLAM
9.674.384
100
RAYLI


Metro
613.062
8,27
Hafif Metro
308.420
9,59
Tramvay
497.230
14,9
Tünel-Füniküler
48.837
8,22
Nostaljik Tramvay
1.983
21,71
Teleferik
5.966
1,14
TCDD (Marmaray)
129.895
11,37
TOPLAM
1.605.393
100
DENİZ


İDO
20.610
7,8
Şehir Hatları
106.357
40,2
Özel Tekne/Motor
137.285
52,0
TOPLAM
264.252
100

Kaynak: İETT: İstanbul`da Toplu Taşıma 28.10.2014 09.32

Tablodan görülebileceği gibi İETT İstanbul'daki tekerlekli araçlarda toplu taşımadan neredeyse elini çekmeye hazırlanmış gibi bir durumda: Otobüsler arasındaki taşıma payı %29,31 seviyesinde. ÖHO, yani bireysel otobüslerin oranı diğer yandan %45,55. 1,5 katından daha fazla yani. Bunun pratik anlamı bebek arabası, bavul vb. eşyalarımız, bisiklet vb. araçlarımız, engelli/65 yaş üstü kartlarımız yüzünden daha çok ÖHO şöförlerinden şikayet duyacağız. Yeri gelecek bu insanlar belki otobüslerden bile atılacaklar. Kim bilir? İki bebek arabasıyla binenleri neredeyse atıyordu bizim şöför. Hem de yolcu şöförü sakinleştirmek amacıyla fazladan bir kere daha bilet basmayı teklif etmesine rağmen. İETT otobüslerinden sayıca çok daha fazla olan ÖHO ve İstanbul Otobüs A.Ş. otobüslerinin temizlikleri ile ilgili bilgi olmamasının yanısıra bir de bu otobüslerin pek çok ana cadde üzerine park ettiği ve yolu ciddi anlamda darattığını da sanırım eklemem gerekir. Bu konuda da İETT'ye sorduğum soruya 'bilgimiz yoktur' minvalinde bir cevap aldım.

Yine tablodan görülebileceği gibi Şehir Hatları'nın da denizdeki payı Özel Tekne/Motor'lardan daha az. Yani orada da İBB işi bir yandan çok başlı yapmış, diğer yandan da özel sektöre bırakmıştır. Bunların hepsi belediyenin kendi kaynaklarından olduğunu da belirtmem gerekir.

Çok da fazla uzatmaya gerek yok sanırım. Herşey ortada. Belediye toplu taşımayı tamamen özelleştirmeye doğru götürürken bir taraftan, diğer taraftan bunun sorunlarını yaşayan ve yaşayacak olan biz oluyoruz. Tüm toplu taşımanın tek kalemde kamulaştırılması dediğimizde bunun maliyetinin çok fazla olacağı söylenecektir. Aynı şekilde tamamen belediye güdümünde kontrol edilerek özelleştirilmesi dendiğinde milyarlarca dolarlık bir yapıdan söz etmemiz gerekecek. Bunun ne kadar yapılabilir olduğu da ayrı bir tartışma konusu.

Şimdiye kadar gittiğim hiçbir memlekette (Türkiye dışında) bunun benzeri bir durumla karşılaşmadığımı da belirtmem gerekir. Farklı işletmeler olabilmesine rağmen bunların arasındaki uyum ve anlaşma benim tek kanaldan hizmet aldığım izlenimini vermiştir her zaman.

Monday 27 October 2014

Değişen Havalar ve Yayılan Hastalıklar

Havalar serinliyor. Sonbahar aylarının birini daha geride bırakmamıza birkaç gün kaldı. Geçen seneki gibi olmazsa, yakında havalar iyiden iyiye serinleyecek.

Gün içinde müthiş derecede hızlı değişen havayla karşılaşıyoruz. Bu durum da beni üniversite zamanlarıma götürüyor. Sabah evden çıkarken kabanım üstümde çıkardım. Öğlene doğru kaban artık çantama girerdi, çünkü hava nispeten ısınmıştı. Biraz daha geçince, hava daha da ısınırdı ve gömleği de çıkarıp tişörtle dolaşmaya başlardım. Sırt çantam da bu arada iyiden iyiye şişmiş olurdu. Akşama doğru tekrar gömleği giymem gerekirdi artık. Eve dönerken de, dönüş saatime göre tabii, çok geciktiysem kabanımı tekrar giymek zorunda kalırdım. Yoksa gömlek ile dönerdim eve.

Demek istediğim bu havanın sürekli değişkenliği ciddi anlamda hastalık riskini de beraberinde getiriyor. O zamanlar pek de öyle hastalandığım olmazdı. Yalnız son dönemde bu iyiden iyiye arttı. Korunmanın yolları var tabii ki. En başta bağışıklık sistemimizi koruyarak ve düzenli beslenerek bunu yapabiliriz. Fakat bir konuda kaçamıyoruz: Toplu yaşamak. İnsan belki onbinlerce senedir hep güçlü olabilmek için birlikte yaşamış. Biz de aynı şekilde yaşıyoruz. Bunun beraberinde getirdiği en büyük sorunlardan biri de bulaşıcı hastalıklar ve bunların yayılma hızı. Bizimki gibi kalabalık toplumlarda, hele de İstanbul gibi bir şehirde, bulaşıcı hastalıklar çok daha kolay yayılırdı.

Bulaşıcı hastalıkların başında sanırım hepimizin malumu grip geliyor. Grip öyle bir hastalık ki, virüsle bulaşıyor ve bu virüs sürekli mutasyona uğruyor. Sürekli mutasyona uğradığı için de farklı versiyonları çıkıyor ve kimi zaman çok hızlı yayılıp binlerce insanı hastalandırıp bir kısmını ölüme götürebiliyor. Grip bu kadar tehlikeli yani. Gribin en kolay yayılma yöntemi ise bu hastalığa sahip insanların hapşurmaları. Evet, hapşurmak. Hapşurmak aslında vücudumuzu temizlememiz için sahip olduğumuz savunma mekanizmalarından biridir. Hapşururken mikropları da atarız vücudumuzdan. Peki nereye gider bu mikroplar, virüsler? Tabii ki hapşurduğumuz yere: Birçoklarımız için elimize. Çevremize baktığımızda insanların çok büyük bir kısmının eline hapşurduğunu görebilirsiniz. Hatta tek eline değil de iki eline birden hapşurur insanlar. Tahminim bunun nedeni insanların hapşururken yüzümüzün aldığı şekli görmemelerini istememiz. Sonuçta elimize hapşuruyoruz. Elimizi de hemen her işimizi yapmak için kullandığımız için bu dokunduğumuz yerlere bulaştırıyoruz hastalığımızı bir oranda. Başka insanlar da oralara dokunduğunda onlara hastalığımızı bulaştırmış oluyoruz.

Gribin en yaygın yayılma ortamlarından biri toplu yatılan koğuşlar, bir diğeri ise toplu taşıma araçlarıdır. Tabii tiyatro, sinema gibi toplu izlemenin olduğu mekanlarda da bu durum sözkonusu oluyor. Sanırım en yaygını toplu taşıma araçları, çünkü gün içinde her gittiğimiz yere arabayla gitmiyorsak bir şekilde toplu taşıma araçlarıyla muhattap oluyoruz. İETT'ye defalarca sormama rağmen kendisine ait araçların günlük temizliklerinin yapıldığını bildirmelerine rağmen, fakat Özel Halk Otobüsleri ile yeni çıkarılan İstanbul Otobüs A.Ş. otobüslerinin temizliğine dair bilgi alamadım. Bunun en basit anlamının bu araçların günlük değil, hiçbir zaman temizlenmediği şeklinde olduğunu tahmin ediyorum.

Ne yapabiliriz derseniz, yani çözüm olarak, buna cevabım İETT'nin 153'ü aradıktan sonra iki kere 2'ye basmanız durumunda ulaşabileceğiniz yetkililerine bu konuda şikayetlerinizi iletmek ilk adım olarak. İkincisi ise, belki de en önemlisi, artık elimize hapşurmak yerine kolumuza hapşurmaya başlamak. Kolumuzu pratik anlamda kullanmadığımız için, hastalığın yayılma ve hastalığı yapma ihtimalimiz oldukça azalıyor bu şekilde.

Şimdi aksiyon zamanı!

Wednesday 1 October 2014

Dikey Şehir mi Yatay Şehir mi?

Bugün Radikal'de bir yazı okudum. Yazar Güven Sak İstanbul'u New York ve Seul ile karşılaştırarak dikey şehirlerin çevre açısından daha sağlıklı ve doğru olduğunu öne sürüyor. Maliyetler ve karbon salınımı açısından da daha iyiymiş. Öyle diyor yazar çünkü. Bir de asıl problemlerden birinin de altyapı düşünülmeden üstyapının planlanmasından kaynaklandığı tezini öne sürüyor yazar. Yalnız gerçek anlamda gelişmişliğe bakıldığında bu iki şehirden ziyade Avrupa ve buradaki şehirler benim her zaman ilk aklıma gelir. Ve buralarda dikine değil, yatayda gelişen şehirler vardır. Biraz açayım bu konuyu.

Avrupa'da en büyük şehirlere baktığımızda bunlar Paris, Londra, Berlin gibi kentler. Belki de Roma, İstanbul'a geçmiş ve önem açısından en yakın kent. Bu kentler Avrupa'nın en büyük ülkelerinin de aynı zamanda başkentleri. Buralara giden varsa bilir, bu kentlerde ciddi anlamda kule diyebileceğimiz çok fazla bina yoktur. Tercih edilmez çünkü. Bölgenin genel mimarisine aykırıdır. Ya da son  zamanlarda sıklıkla kullandığımız gibi, kentin silüetine uymaz bunlar. Roma'da mesela en yüksek yapı Vatikan'ın ortasındaki Aziz Petrus Bazilikası'ndan daha yüksek olamaz. Şehir de buna göre tasarlandığı için çok güzel, yemyeşil ve yatayda genişleyen bir kent görürsünüz.


Fotoğraf 1
Genel anlamda Avrupa'yı sevmemin de önemli nedenlerinden biridir bu: Yatayda genişleyen şehirler. Bunun çok önemli bir nedeni var. Doğa insanlar da içinde bir şekilde hayatını sürdürsün diye vardır. Yağmur ormanları gibi genel anlamda koru ya da orman alanlarını kastetmiyorum tabii ki. İnsanlar doğaya zarar vermeden, bir şekilde içinde, onun bir parçası olarak da yaşayabilirler. Geniş bahçeli evlerde yaşamayı kim istemez? Hem de şehre hızlı bir şekilde gidebilmeyi. Bunun için öyle çok geniş otoyollar yapmak da gerekmez hem. Raylı taşıma sistemini ülkenin geneline yayabilirseniz, insanlar dilediği yerde yaşayıp dilediği yerde çalışabilir. Bu arada da çevreye de zarar vermez. Çocukların yeşilliğin içinde rahatça dolaşıp oyunlar oynayabileceği alanları sağlamış oluruz. Bir de bisikletle seyahat var tabii. Çevreye belki de en faydalı ulaşım aracı.

Dikine büyüyen kentlerde bu ciddi bir problemdir. Yazarın bahsettiği 5-6 katlı binalardan ziyade çok daha yüksek katlı kuleler. Bunlardan daha çok yapmalıyız ki çevreye verdiğimiz zarar azalsın şeklinde bir yaklaşımı var. Özellikle New York'ta metro sistemi çok iyi organize edilmiş. Yalnız yine de trafik problemi ciddi şekilde yaşanıyor. %100 artan nüfusun %15 artan trafik getirdiğini söylemiş. Yalnız çok önemli bir eksiklik var burada. Bu insanların yaşam kalitelerine bu kadar büyük şehirlerin nasıl bir etkisi var? Buna dair bir bilgi yok, verilmemiş. Belki de yaşam kalitesi buradaki önemli hususlardan biri değildir. Trafiğin ve yoğun trafikte harcanan yakıtın çevreye maliyeti düşünülmemiş. Rakamların göz önüne alınması gerektiği belirtilmiş fakat istatistiklerin rakamlarla yalan söyleme aracı olduğuna dair bir bilgi yok. Verilen makaledeki rakamların arasında hava kalitesine dair de bir bilgi yok mesela. Ya da hayat standartlarına ve kalitesine dair. 

Başka bir konu ise yatayda genişleyen şehirlerin daha fazla yol ve daha fazla kaynak israfına yol açtığı konusu. Daha fazla yol gerekmesi bir açıdan doğrudur. Fakat doğa zaten aşırı yoğun olmadıkça kendisine verilen zarar, bunu bir şekilde sübvanse edip toparlıyor kendisini. Akciğerlerimiz gibi mesela. Günde birkaç sigara içerseniz akciğerleriniz kendisini çok büyük ölçüde temizleyebiliyor. Bir paket içerseniz temizleyemiyor. Şehirlerde de konu tamamen aynı. En basitinden beton yapılar betonun sıcağı tutmasından dolayı doğanın ısınmasına, çevrenin ısınmasına katkı yapar. Halbuki daha ufak çaplı, hatta müstakil evlerin olduğu bölgelerde bu kadar çok ısınmanın olmasını bırakın daha fazla yağış bile alır bu bölgeler. Ormanların, ağaçların yağışı ve bulutları çekmesinden dolayı bunu söylüyorum. Isınma ve soğutma maliyetleri biraz artsa dahi bunlar ısı pompası, ufak çaplı güneş panelleri ve rüzgar gülleri ile kolaylıkla sübvanse edilebileceği gibi bu gibi evlerin enerji açısından dışa bağımlılığı sıfırlanabilir bile. Enerji yerinde üretilip yerinde tüketildiği zaman iletim kayıpları ve altyapı maliyetleri minimize olacağı için enerji konusunda yataydaki genişlemenin çok daha doğru olacağı bile söylenebilir. Unutmadan, maliyet konusunda yüksek binaların birim maliyetinin düşük katlı binaların birim maliyetine göre çok daha pahalı olduğunu da belirtmem gerekir. Nedeni ise yüksekliğine göre temelinin de o kadar sağlam olması gerekliliği ile yükselen binanın daha kaliteli (pahalı) beton kullanılmasından kaynaklanıyor. Bu birim maliyetler de oralarda ikamet edecek olanlardan misliyle karşılanma durumunda kalıyor.

Yatayda genişleme derken yalnız kastettiğim kesinlikle İstanbul'un yatayda genişlemesi değil. Zaten oldukça az olan yeşil alanlara doğru genişlemeyi bırakın önermeyi, kabul bile etmiyorum. İstanbul için olması gereken hiçbir şekilde, dikey ya da yatay, genişlemeye izin verilmemesi gerekiyor. Aşağıdaki fotoğrafa bakarak tarihi yarımadadaki yeşil alan yoğunluğu konusunda bir fikre varabiliriz sanırım.

Fotoğraf 2

İstanbul gibi geçmişi 8000 yıldan daha geriye giden bir kent için asıl sorun yatayda yerine dikeyde genişleyen bir kent yerine kentin nüfusunun azaltılması olmalı bence ana konumuz. Bir ülke düşünün, nüfusunun %17'si yani her 6 kişiden biri sadece %0,68'lik alanda yaşıyor (İstanbul'da yerleşim yapılan alanı yaklaşık 5343km2 kabul edip Türkiye'yi de yaklaşık 783.562km2 alana sahip olarak aldım). İstanbul yerine yatırımlar, fabrikalar Anadolu'nun her yerine dağılıp gelişmeyi ülkenin her yerine dağıtırsak İstanbul'dan geriye doğru göç yaşanabilir. Bu durumda yaklaşık 13 milyon nüfusa sahip şehrin nüfusunun 8 milyon seviyesine indiğini düşünürsek yeni yerlere ihtiyacımızın kalması bir yana, çok daha yaşanır bir İstanbul'a sahip olacağımızı düşünüyorum.

Okumak isteyenler için yazarın yazısı: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/guven_sak/goge_dogru_yukselen_kent_iyidir-1215521
 
Fotoğraf 1: http://www.sunipeyk.com/wp-content/uploads/2014/01/yesilalanoran.png

Fotoğraf 2: http://assets.dwell.com/sites/default/files/styles/article_teaser/public/2013/05/03/istanbul_rect.jpg?itok=uIas9Cvh

Sunday 28 September 2014

Beton Kaldırımlar Parke Taşı Kaldırımlara Karşı

Farkettiniz mi bilmiyorum ama Beşiktaş-İnönü Stadyumu arasındaki o İstanbul'un en güzel yollarından birinin kaldırımları artık beton. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bir süredir kaldırımları parke taşı yerine beton yapıyor. İyimser havamda olduğum zamanlar bunun ana nedeninin beton kaldırım yapmanın daha kolay olmasından kaynaklandığını düşünesim geliyor. Yalnız gerçeğin bundan daha, hem de çok daha farklı olduğunu da görüyorum.

Bu bölgede Gezi sırasında kaldırım taşları sökülüp bu taşlar göstericilere müdahale eden polislere karşı silah olarak kullanılmıştı geçen yazın başında. Sonradan, olaylar durulduktan sonradan bu yana takip ediyorum. Önce o bölgede başladı bu furya. Kaldırımın bir kısmı 'Yeşil Alan' gibi yapılıp bırakıldı. Onun dışında kalan kısım ise doğrudan kalıp ile çevrelenerek beton döküldü. Biraz bakınca bu konuyla ilgili Zaman gazetesinin haberini buldum: http://bit.ly/1pzwEBN

Beni bilen bilir. Gezmeyi çok ama çok severim. Belki de özellikle dikkat etmediğimden kaynaklanıyor, emin değilim, ama hatırlamıyorum herhangi bir ülkede beton kaldırım gördüğümü. Hatta bırakın beton kaldırımı, en güzel ve değişik taşlardan oluşan farklı desenlere sahip kaldırımların bulunduğu alana ne güzellikler kattığına defalarca şahit oldum. Beton kaldırım derken kastettiğim betondan yapılma taşlardan oluşan kaldırım değil. Yanlış anlaşılmasın. Etrafına kalıp kurularak yapılan kaldırımlardan söz ediyorum.

Fotoğraf 1

Yukarıda Dolmabahçe yoluna yapılan beton kaldırımın inşaatına dair bir fotoğraf bulabilirsiniz. Yazı da zaten söylediklerimi doğrular nitelikte. Hatta İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin sitesinde belediye başkanı Kadir Topbaş'ın sözleri de var: http://bit.ly/1pkUWAg Sanırım ben görmemişim bu kaldırımı New York'ta. İBB, 2013 Haziran'dan bu yana İstanbul'un her tarafında bu beton kaldırımları yapmaya devam ediyor. 

Beton kaldırımların maliyetlerinin dışında çok fazla dezavantajları var. Mesela beton kaldırım yağmur suyunu üstünde tutmadığı için su doğrudan yola akar. Böylece kanalizasyon hatlarına yönlenen su miktarı daha fazla olur. Halbuki taş döşeli kaldırımlarda yağmur suyu taşlar arasından inerek doğrudan toprağa karışır. Böylece kanalizasyondan akan su miktarı azaldığı gibi yeraltı sularına nispeten bir katkı sağlanmış olur.

Beton kaldırımlar, özellikle yaz aylarında sıcağı tuttuğu için dış hava sıcaklığının artmasına neden olur. Civarındaki ağaçlar da bu sıcaklardan doğal olarak etkilenir. 

Beton kaldırımların yüzeyi düz olduğu için sürtünmeyi önlemesi çok zordur. Bu yüzden de biraz ıslanan kaldırımın üstünde dengenizi kaybedip kaymanız oldukça mümkündür. Dikkatli olmak lazım yani. 

Beton kaldırımlar dümdüz oldukları için görsel açıdan pek de estetik duygularımıza hitap etmezler. Dolmabahçe yolundaki gibi farklı renklerde de yapılabilir bu kaldırımlar ama dediğim gibi bir kaldırım taşının görsel zenginliğine sahip olamazlar. 

Maliyet olarak beton kaldırımların yapılması gerçekten de çok daha hızlı üretildiği ve birim fiyatı düşük olduğu için kimi alanlarda tercih edilebilir belki ama ana caddelerde, bulvarlarda bunun olması bana göre şehre ihanetten başka birşey değildir.

Fotoğraf: http://image.cdn.haber7.com/haber/haber7/photos/basbakanlik_cevresine_beton_kaldirim13709158300_h1037153.jpg

Friday 26 September 2014

Geri Dönüşüm ve İleri Dönüşüm

Aslında ileri dönüşüm diye birşey yok. Başlık daha ilginç olsun diye öyle koydum.

Konumuza gelecek olursak, bu geri dönüşüm konusunda bir çok yanlış bilgi var ortalarda dolanan. Bunlardan en yaygınlarından biri geri dönüşüm için, genelde belediyelerin koyduğu, geri dönüşüm kutularının içine atılan kağıt mendil, kağıt havlu gibi ürünler. Bu gibi ürünlerin üretilmesi için en atık kağıtlar daha çok tercih edilir. Su da değdikten sonra eskiden kağıt gibi olan bu ürünlerin artık tek güzergahı normal çöpler oluyor. Çünkü geri dönüşüm bu tip kağıtlar için uygun değil.

Peki kağıt havlu/mendilleri geri dönüşüm kutusuna atmanın zararı var mıdır? Tabii ki. Çünkü kağıt havlular bir kere içine girdi mi o torbanın tamamı genelde doğrudan atık çöp olarak işlem görür. Ayrıştırma işlemi o saatten sonra uygulanmaz. Yani bir parça kağıt havluyu kurtaracağım derken bir poşet dolusu geri dönüşebilir kağıdı da geri dönüşmez hale getiriyoruz bu şekilde. Benden söylemesi.

Aklıma gelmişken, geri dönüşüm kutularının içi sadece geri dönüştürülebilir ürünlerden oluştuğu zaman bu ürünler gerçekten de geri dönüştürülüp sonrasında ileriye dönüşen bir yatırım yapmış olacağımızı da düşünebiliriz :)

Wednesday 24 September 2014

İnşaat, İskeleler, İş Güvenliği

Sene 2004 ve yine Köln'deyim. Tren istasyonundan kaldığım yurda doğru giderken sokaklara bakıyorum. Hız sınırı tabelası her yerde var: 30km/s.

Uyuluyor mu peki buna?

Kesinlikle evet!

Bu arada akşam olduğunu belirtmem de lazım. Biraz daha ilerliyorum. Solumdaki sokakta bir yandan sokak ışıklarından yansıyan reflektörleri, diğer yandan da üstlerine konan lambaları yanan dubaları görüyorum. Bakınca, yolun kenarındaki rögar kapağıyla ilgili bir inşaat çalışması olduğunu farkediyorum. Bu kapak için gidiş gelişli yolun bir şeridi kapatılmış trafiğe 10-12m kadar uzunlukta. Birkaç gün sonra oradan geçtiğimde rögar kapağının düzgün şekilde onarılmış, yol da tam genişlikte trafiğe açılmıştı.

Benzeri uygulamaları defalarca gördüm Avrupa'nın gidebildiğim yerlerinde. Sonrasında Dubai'de gördüm bunları. İş güvenliği denince tolerans diye birşeyi kabul etmiyorlar. Sıfır tolerans her zaman. Palm Jumeirah'ta çalışırken iki binanın ana müteahhitinin iş güvenliğine uygun davranmadığı ve şantiyesi temiz olmadığı için sözleşmesi iptal edildiğine şahit oldum. Ölümlü kazaları olmamıştı ama olması da gerekmiyordu zaten. Önlemlerini yeterince almadığı için sözleşmesi iptal edilmişti o firmanın. Öyle bir iş de o firmanın batma seviyesine inmesi için yeterliydi. Dubai'de şantiyedeki bir sıvacı iskelede çalıştığı halde emniyet kemerini takmıyordu. Bu çalışan iş güvenliği tarafından defalarca uyarılmış ve cezalara maruz kalmıştı. Proje müdürü bu cezaların hiçbirini onaylamayıp kemersiz çalışmasına izin vermişti. Çünkü adam işini çok iyi yapıyordu. Sonuç: Adam ikinci kattaki iskeleden dengesini kaybedip düştü. İki çocuğu babasız, eşi de dul kaldı. Şantiye birkaç hafta kapatıldı, soruşturmalar yapıldı ve gerekli cezalar ve tazminatlar verildi. Hiçkimse, ki orası bir Arap ülkesi olmasına rağmen, buna fıtrat demedi.

Daha sonra farklı ülkelerde de gördüm benzeri uygulamaları. Mesela ABD'de yol kenarındaki binanın dış cephesinde boya gibi bir faaliyet olmasına rağmen aşağısında yayaların geçişi için öyle bir tünelvari yol yapılmıştı ki, bina yıkılsa oradan geçenlere birşey olmayacak seviyede güçlüydü bu geçit. Batıya gittikçe, ya da Avusturalya gibi ülkelere, iş güvenliği ve inşaatlar denince standartlar ve cezalar en üst seviyede uygulanıyor.

Bizde ise Alo 170'i arayıp dış cephe işi yapılan bir binayı şikayet etmeye kalktığımda ilgili Beyoğlu'na bağlı kurum beni soruşturmuştu, şikayet konusu yapılan inşaatı değil. Yasalar çıkıyor. Ağır/hafif çeşitli cezalar öngörülüyor. Fakat uygulamaya gelince her tarafta onlarca, yüzlerce inşaat var ve bunların çok çok azında iş güvenliği kurallarına uyuluyor. Nedeni ise tamamen duygusal: İş güvenliği, şantiyelerde para harcatan ama para kazandırmayan tek birim olarak görülür. Herkesin derdi işin ilerlemesi olduğu için aynı zamanda en sevilmeyen birimlerin de başında gelir iş güvenliği birimi, tabii eğer varsa.

Sonuçta bir yandan inşaatlarla, yani betonla büyümeye çalışan bir ekonomi, diğer yandan ölen masum işçiler..

Çözüm: İş güvenliği bir mantık sorunudur. Olaya güvenlik gözüyle bakmazsanız, daha çok insan hayatını kaybedebilir. Güvenlik ve gereklilik açısından bakılırsa halbuki, bu kazaların çoğu demiyorum, hiçbiri yaşanmaz.

Bir kısa hikayeyle bitireceğim yazımı. Gerçek bir hikaye aslında. Zamanında ABD'nin en büyük alüminyum üreticilerinden biri ciddi anlamda büyük bir krize giriyor ve şirket müthiş zararlar açıklıyor. Sürekli yaşanan iş kazaları ve ölümlerden dolayı işçi yakınlarına vermesi gereken tazminatlar bu krizin önemli nedenlerinden biri. Kurtarıcı olarak bir adamı getiriyorlar ve yeni CEO hissedarların karşısına çıkıp konuşma yapıyor. Bundan sonra asıl önceliğimiz iş güvenliğidir diyor. Ve yapacaklarını anlatıyor. Ülkenin çeşitli eyaletlerinde her yaşanan kaza en çok 6 saat içinde merkeze haber verilecek ve kazayla ilgili gerekli önlemler en geç 48 saat içinde alınarak işe devam edilecektir. Kurallara uymayan birimin birim sorumlularından başlayarak sorumluların da doğrudan işten atılacağını söylüyor. Bu ve benzer birkaç önlem ve çalışmayı anlatıp kürsüden iniyor yeni CEO. Hissedarlar şaşırıyor ama çok da renk vermiyorlar. Adamın daha bi heyecanla ekonomi terimleriyle konuşacağını sanıyorlar çünkü baştan. Hissedarların birçoğu hayal kırıklığına uğruyor. Zaman geçtikçe yeni yöneticinin ne demek istediği daha iyi anlaşılıyor. Şirket iki yıl geçmeden tekrar kar etmeye başladığı gibi giderek de büyüyor. Herkes şaşırıyor bu duruma ve yeni CEO'ya hakkı veriliyor tabii ki.

Adamın yaptığı sadece işin, imalatın her aşamasında kontrol ve denetimlerin düzenli yapılmasını ve bunun takibinin de ihmal edilmemesini sağlamak. İş güvenliğini en tepeye oturtunca, işler daha iyiye gittiği gibi üretilen ürünün kalitesi de yükseliyor. Sonuç malum.. Mesele yasaları çıkarmak değil. Uygulamak ve uygulanmasını sağlamak ve uygulamayanlara, sorumlulara gerekli cezaları vermek. Gecikmiş adalet adalet değildir diye boşuna dememişler..

Friday 19 September 2014

Yağmur ve Sel Yine


Fotoğraf 1
Yine sonbahar geldi ve yine yağmurlar başladı. Yağmur denince aklımıza bir çok güzel ve romantik şey akla gelirken bazılarımız için de sel akla gelir. Çünkü daha dün yağmur başlamasına rağmen sel bilgileri geliyor habire.

Sel öyle kendiliğinden olmaz. Başka şeyler de lazımdır. Doğal olarak aşırı yağmur yağması ve sonucunda sel oluşması başkadır. Bu zaten, adı üstünde, doğaldır. Doğal afet denir o zaman. Burada asıl bahsedeceğim gerekli önlemler ve yapmamız gerekenler..

Köln'deyken yağmur yağardı. Hem de sık yağardı. Memleket oldukça yeşil ve ormanlarla, ağaçlarla dolu olunca yağmurun olması da buna paralel olarak normal oluyor. Yalnız yağmurdan sonrası var asıl mesele. Sel olduğunu ne gördüm, ne duydum. Olmuştur tabii ama ben görmedim en azından. Ve yağmur kesildikten sonraki 10-15dk içinde yerde hiç su birikintisi kalmamıştır. Bu memleket nüfusu 1 milyonun üstünde olan ve Almanya'nın en kalabalık kentlerinden birisi. Söylediğim de bundan 10 sene önce yaşananlar.

Dubai'de alan çöl olduğu için altyapı pek yoktur. Herhangi bir yerde bir proje yapılacaksa (konut, kule, AVM, villa vb.) önce bu alana altyapı firması gönderilir ve oranın elektrik ve kanalizasyon altyapısı yaptırılır. Daha sonra üst yapı ihale edilir ve binalar ondan sonra yükselmeye başlar. Yalnız inşaat süresince elektrik yerinde üretilmek, su ise dışarıdan taşınarak getirilmek durumundadır altyapı henüz hazır olmadığı için. Zaten firmalar bunu bildikleri için önlemlerini de ona göre alırlar.

Bizde ise önce gecekondular yapılır/yaptırılır/yapılmasına izin verilir. Sonra bu gecekonduların olduğu yere, daha çok mecburiyetten, altyapı çalışmalarına başlanır. Tabii üstyapı varken altyapıyı yapmak demek orada yaşayan insanların bu süreçte çile çekmesi demektir. Bu altyapı yapılırken de daha çok o zamanki nüfusa göre herşey düzenlenir. Gelecekte neler olacağı, olabileceği çok da düşünülmez, öngörülmez. Bir süre sonra bu gecekondu alanlarının etrafında şehir genişlemeye devam edince gecekonduların zorla kaldırılması icap eder. Kavga, dövüş yıkılır o gecekondular ve oralar resmi imara açılır. Bu arazilerin daha önce orman gibi bir alan olması da bu durumu değiştirmez. Çok daha yoğun bir şekilde imara açılır bu bölgeler ve altyapı yetmemeye başlar bu sefer.

Doğa kendi evrimi süresinde su yolları yapar. Dereler ve ırmakları yani. Bu dere ve ırmakların civarında yerleşim artınca bu derelerin güzergahları değiştirilerek "islah" çalışması yapılır ve buralar, yani dere yatakları imara açılır. Müteahhitlerimiz buralardan rant elde etmeye çalışırken yerel idareler de bundan nemalanır tabii ki. Şiddetli yağmurda da doğa yere düşen yağmura kendi belirlediği yolda akmasını söyler. Böylece bu dere yataklarında yapılan evler/binalar su altında kalır.

Birçok yerde binaların bodrum katlarının otopark olarak düşünülmesi/planlanması gerekir. Fakat yine ranttan dolayı buralar müteahhitler tarafından önce otopark gibi gösterilir, sonra da araya duvar örülerek normal daireye dönüştürülür. Durumu uygun olmayan insanlar buralardan ev alır ve biraz şiddetli bir yağmurda pencerelerden içeriye yağmur dolar. Sonra bu evleri su basar ve herkes bir suçlu aramaya başlar.

Elimizdeki çöpleri "Nasıl olsa çöpçüler topluyor" diyerek yere atarız. Bu çöplerin bir kısmı, evet, çöpçüler tarafından toplanır. Ama bir kısmı da akan sular ve rüzgar tarafından yol üstündeki rögarların ağzında toplanır. Buradaki çöplerin bir kısmı rögardan içeri düşer. Sonra içeride birikir. Bu rögarlardan sular aktıkça içeri giren çöpler de aralara konan mazgallarda birikmeye başlar. Bu birikme şiddetli yağmurda suyun akışını engellediği için su öncelikle kanalizasyonda daha yavaş akmaya başlar. Kanalizasyonun zaten bir çok yerde çok şiddetli yağmura uygun yapılmadığını zaten biliyoruz. Kanalizasyondan akamayan su rögarın kapağına kadar çıkar ve kanalizasyondan akamayan su yerden akmaya devam eder. Yüzeyde biriken su da sele neden olur.

Toprağın suyu çekme özelliğinin olduğunu biliyoruz. Yağan yağmurun bir kısmının da toprak tarafından emildiği öngörülür. Tabii bu toprağın olduğu yerler için geçerli. En son bir araştırmaya göre İstanbul'da halkın kullanabildiği yeşil alanların (park ve bahçeler yani) toplam alana oranı %1,5 seviyelerinde çıkmıştı (kaynak: http://www.sunipeyk.com/sehirlerin-yesil-alan-oranlari/ ) Bunun anlamı yağmuru çekebilecek toprağımızın İstanbul özelinde çok az olduğudur. Tabii toprak yerine her taraf betonlaşınca, betonlaşmaya devam edince, su da olmayan toprak tarafından emilmek yerine olan beton üstünde akınca yüzeyde biriken suyun oranı daha da fazla olur. Aşağıdaki uydu görüntülerinde ne demek istediğim daha açık görülüyor.

 Fotoğraf 2
Hükümet tarafından deprem vergisi olarak alınan, depreme karşı önlemler için kullanılması öngörülen vergilerin duble yollara harcandığını hükümetin açıklamalarından biliyoruz. Bu duble yolların depreme karşı herhangi bir faydasının olmadığını da tabii ki. Kentsel dönüşüm yasasından sonra, bu kapsamda birçok bina sahipleri tarafından müteahhitlere daire başına belli bir ücret de verilerek yıktırılıp yeniden yaptırılıyor. Bu binalar eskiden 4 kat ise şimdi 5 ya da 6 kat olarak tekrar inşaa ediliyor. En basit hesapla ve sadece 1 kat fazla çıktığı hesaplandığında bile bunun o binanın nüfusunu %25 oranında artırdığını rahatlıkla söyleyebiliriz sanırım. Tüm binalar tabii ki yıkılmıyor ama mesela benim oturduğum sokakta karşımdaki, sağımdaki ve yolun hemen karşısındaki binalar bu kapsamda yıkılıp yeniden yapıldı/yapılıyor. Sokaktaki yaklaşık 30 binadan 6'sı bu şekilde yenilendi. Diğerleri de sırada. En düşük oranları bile alsak bunun anlamı oturduğum alanda nüfusun %10dan fazla artabileceğini gösteriyor. Yol ve altyapı konusunda herhangi bir çalışma yok tabii.

Bir de eski Ali Sami Yen Stadyumu'nun bulunduğu alan ve buraya yapılan yeni binaları düşünelim. Bu binalarda binlerce insan oturacak/çalışacak. Halbuki eskiden sadece maç zamanları trafik yoğunlaşırdı. Şimdi sürekli yoğun olacak. Önündeki yolda herhangi bir değişiklik yok tabii.

Bu liste daha da uzar gider. Sonuçta ortadaki rant milyarlarca lira olduğu için kimse de (en başta da yerel idareler ile devlet/hükümet) yapılanlara karşı çıkmıyor. Her şiddetli yağmurda ortalığı sel götürmeye devam ettiği için biz de sadece her sel zamanı bağırıp çağırmaya, onun dışında kalan zamanlarda susmaya devam ediyoruz. Demem o ki, alan memnun, satan memnun. Olan sana bana oluyor ve olmaya da devam edecek. Bir şekilde dur demedikçe buna..

Son birşey: Doğal afet denen şey tabii ki var ve global ısınmadan dolayı oluşma sıklığı her geçen sene daha da artıyor. Yalnız bizdekinin nedeni her seferinde doğal afet değil. Sunni afetler bizde daha fazla..

Fotoğraf1: http://i.ensonhaber.com/resimler/diger/siddetli-yagmur-sonrasi-uskudari-su-basti_6013.jpg
Fotoğraf2: http://www.mimdap.org/wp-content/uploads/31239.jpg

Tuesday 9 September 2014

Elektrik Faturalarını Azaltmanın Yolları

Elektrik faturaları konusunda arkadaşlarımla konuşunca birçok insanın tek başına yaşamasına rağmen 70-80 liranın üstünde, hatta bazılarının 100 liranın üstünde fatura geldiğini duymuştum. Bu kadar yüksek fatura aslında biraz dikkatle kolaylıkla azaltılabilir.

Elektrik ampullerini enerji tasarruflularla değiştirmeyi zaten birçoğumuz yapıyor. Yalnız bu konuda da dikkat etmemiz lazım. Cep telefonu gibi yüksek radyasyon yaydığı için özellikle başucu lambalarında, koltukların yakınındaki dikey abajurlarda falan çok tercih etmemek lazım. Malum, başucumuzda radyasyon bombası istemeyiz, değil mi? :)

Bunun dışında, şu telefon şarj aletlerinin adaptörleri var ya, sadece onların şarj adaptörleri yok. İnternet için kullandığımız modemlerin, bilgisayarların, TV'lerin, kablolu harici sabit disklerin, elektronik ev telefonlarının vb. hep şarj adaptörleri var. Bunların hepsi de, kapalı olsa dahi cihaz, normal çalıştığı zaman harcadığına yakın enerji harcıyorlar. En yeni nesil TV'ler kapalı durduklarındaki enerji ihtiyaçlarını 1W seviyesine getirdiler. Pratik anlamda günde 12 saat kapalı ise TV, aylık harcama 360Wh yapar ki bu ciddi anlamda düşük sayılabilecek bir kullanımdır. Her halükarda bunu ödememek için yapılması gereken şey TV'nin kapalı tutulduğunda kablosunun prizden çıkarılması tabii ki.

Beyaz eşyada enerji harcamasını, özellikle buzdolabı gibi ürünlerde, A sınıfından %60 daha az enerji harcayan ürünleri tercih ederek oldukça azaltabiliriz. Buzdolabı sürekli açık olan bir ürün olduğu için en çok enerji harcayan üründür evlerimizdeki. Burada yapacağımız tasarruf da aynı oranda önemli. Yalnız birkaç nokta daha var. Mesela çamaşır ve bulaşık makineleri en yüksek güce sahip eşyalarımızdan ve bunları tam kapasite doldurduğumuzda yapacağımız tasarruf hem su hem de enerji anlamında olacaktır. Beyazlar dışındaki çamaşırlar 30 derecede yıkandığında da ciddi enerji tasarrufu yapılabilir. Çünkü eskiden belki ama artık daha yüksek sıcaklık sadece iyi yıkamaya yaramadığı gibi çamaşırların ömrünü de kısaltıyor. Bulaşık makinesinde de çok ağır kirliler haricinde yüksek sıcaklığa ihtiyaç yoktur.

Pratik anlamda tüm elektrikli aletlerin prizden çıkarılması her zaman da uğraştırıcı olduğu için bunları taktığımız elektrik grup prizlerini aç-kapa butonlu olanlarla değiştirirsek akşamları bunları kapatırsak o aletlerin birkaçını tek bir butonla kapatmış oluruz.

Eğer halen daha bu yazıyı okuyorsanız 'Kim uğraşacak?' demeden bunları yapmanız gerekiyor. Bunu alışkanlık haline getirdiğinizde de hem elektrik hem de su faturalarımızda ciddi anlamda bir azalma görebiliriz. Benden söylemesi..

Son birşey: Enerji tasarrufu derken konforun azaltılması değildir mevzuu. Konforu koruyarak tasarrufun yapılmasıdır. İçinde bulunmadığımız odaların, mutfağın, banyonun lambası oradan çıkarken kapatırsak da ciddi anlamda tasarruf edebiliyoruz.

Resim: http://vizyon21yy.com/images/Egitim_Genl/Onemli_Gunler_Haftalar/E_T_H/04.jpg

Sunday 7 September 2014

Elektrikle İlgili Bilinmesi Gerekenler

Gün içinde birçok farklı zamanda farklı insanlardan benzer soruları duyduğum için bu yazıyı tamamen insanların ihtiyacı olan elektrikle alakalı konuları anlatmayı düşünüyorum..

Samsung şarj aletin var mı? :
      Samsung şarj aleti denen şey aslında micro USB kablo kullanan şarj aletidir. HTC, Samsung, LG, Huawei, Turkcell, Motorola gibi akıllı telefonların hemen hepsi aralarındaki anlaşmadan dolayı tek tip kablo kullanırlar. Bu yüzden micro USB şarj aleti, ya da Android telefon şarj aleti demek daha doğru olur.


Şarj Aletlerinin Parçaları Nedir?
            Şarj aletleri genel olarak iki parçadan oluşur. Biri kablosu, diğeri ise şarj adaptörüdür. Kablonun ucu telefona takıldığı için telefonun girişi ile uyumlu olması gerekmektedir. Burada da yeni çıkan Samsung S5 hariç iki tür vardır: iPhone'un şarj kabloları ile micro USB kablo. Fakat şarj adaptörü genel anlamda, cep telefonları için, standarttır. Elektrik girişleri 100-240V ve 50-60Hz olduğu için tüm dünyada rahatlıkla kullanılabilir. Tek ihtiyaç elektrik prizinin girişinin doğru olmasıdır.


Şarj adaptörlerinin girişi USB ile olduğundan, yukarıda anlattığım iki tür kablodan birini takmanız yeterli olacaktır. Peki piyasadaki bunca farklı adaptörün farkı nedir derseniz birbirlerinden iki fark ortaya çıkar: Birincisi üretim kalitesi. Bu yüzden her zaman orjinal ya da bilinen markaların adaptörlerini tavsiye ederim. İkincisi ise çıkış akımları. Genel anlamda 500-2100mA arasında değişir bu çıkış akımları. 'Output' diye yazan yerde yeni telefonlarda genelde 1800mA ya da 2000mA yazar. Telefonun pili 3000mAh ise 2000mA bunun anlamı en basit hesapla 3000mAh / 2000mA = 1,5h yani 1,5 saatte şarj edilebileceğidir. Tabii bu genelde pillerin yapısından da kaynaklandığı üzere 2 saate yakın sürer. Yeni adaptör alacağınız zaman çıkış akımının en az 1000mA olmasına dikkat etmenizi tavsiye ederim.


Not1: Micro USB Kablo için: http://www.buyapi.ca/wp-content/uploads/2014/02/musb.jpg
Not2: http://wikitravel.org/upload/shared//8/85/Plugs.png

Friday 30 May 2014

Kurak Bir Yaz İstanbul'u Bekliyor!

Evet, kurak, oldukça kurak bir yaz bekliyor bizi. 3 aylık su kalmış deniyor barajlarda. Hükümet ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi İstanbul'u susuz bırakmayacaklarını iddia ediyor. Barajlar aksini söylüyor. Peki ne olacak gerçekten de bu yaz? Susuz kalacağız. Hem de ciddi anlamda susuz.

Çözüm var mı?

Elbette var. Bu çözümlere ulaşmak için öyle alim olmak da gerekmiyor. Öncelikle su konusunda ciddi anlamda niye sıkıntı yaşayacağımızdan biraz bahsedeyim. Su, özellikle sıcak havada, sürekli buharlaşır. Bu buharlaşma tamamen bu yazın kurak geçeceği uzun zamandır söyleniyor ve kurak havalarda hava sıcaklığı da arttığı için daha fazla buharlaşma olacak. Yani iddia edilen gibi 3 aylık değil belki de 2 aylık civarı su var rezervlerimizde. 3 tarafı denizlerle çevrili ülkemizde su konusunda da ciddi anlamda oldukça kötü durumda olduğumuzu belirtmem gerekiyor.

Su konusunda oldukça bonkör bir milletiz. Müthiş derecede rahat harcıyoruz suyu. Elimizi yıkarken dahi suyu sonuna kadar açıyoruz. Böyle olunca da haddinden fazla su kullanmış oluyoruz. Diğer yandan da yeşili sürekli katledip yerini imara açıyoruz. Yağmur orman olan, yeşil olan yere yağar. Çöle değil. Bir yerde ne kadar çok ağaç varsa o kadar çok yağmur düşer. Bu daha ilkokul fen bilgisi konusu. Bunu bilmemek imkansız olmasına rağmen yine de ağaçlar insanlara yeni yerleşim yeri açmak adına kesiliyor.

Bir de tabii İstanbul'un cazibe merkezi olmaktan çıkarılmaması, sürekli yeni yerleşim alanları ve rant sayesinde cazip tutulması var. Böyle olunca 4-5 yılda bir milyon civarı artıyor nüfusu bu megakentin. Altyapı orantılı olmadığı için de bugün bir olan derdimiz yarın çözülemeden iki oluyor.


Bu kadar tespitten sonra biraz da çözüme bakalım:

1- Diş fırçalarken daha az su harcamak,
2- Ellerimizi sabunlarken suyu kapatıp, durularken tekrar açmak (kim uğraşacak dediğinizi duyar gibiyim ama gerekiyor),
3- Duş alırken daha kısa zaman harcamak,
4- Çamaşır ve bulaşık makinelerini tamamen dolmadan açmamak,
5- Sokağı sulamaktan (aşırı derecede fazla toz yoksa tabii ki) vazgeçmek,
6- Arabalarımızı elde yıkmaya verip daha az su harcanmasını sağlamak,
7- İstanbul'da bizi gerçekten de çeken çok önemli nedenler yoksa biraz da Anadolu'ya, memlekete gidip orada yaşamak. Özellikle de yazın.

Bu liste daha çok uzayıp gider. Çok zor değil bunları yapmak da. Sadece biraz bilinç lazım. Bir de yapmak için istek. Sonuçta kuraklık olunca bunun sıkıntısını yaşayacak olan da yine bizler olacağız. Neden elimizden gelen çok basit şeyler varken yapmayalım ki? 

Yeni Soma Olmasın! Peki Ne Yapmalı?

5-6 sene önceydi. Şantiyede çalışırken haber geldi, diğer şantiyemizin kapatıldığı haberi. Öğrendik ki bir işçi, sıvacı, sıva yaparken 2. kattan düşüp hayatını kaybetmiş. Çok üzüldüm gerçekten de. Sonradan  öğrendiğim kadarıyla bu sıvacı işçi kendisine defalarca yapılan uyarılara aldırmadan, 'Bana birşey olmaz!', 'Emniyet kemeri ile çalışamıyorum!' diyerek kemer takmayı reddediyormuş. Emniyet kemeri olsa, hayatı kurtulacaktı halbuki. Yazılan cezalar da hep proje müdüründen geri dönüyormuş. Gerekçe 'Adam çok iyi sıvacı ve işini de iyi yapıyor. Bırakın istemiyorsa takmasın!' Durum böyle olunca İSG sorumlusunun elinden de çok fazla birşey gelmiyor. Sahadan uzaklaştırmalarına rağmen adam bir şekilde gelip devam ediyor işine her gün. Sonuç: 2. katta düşüp ölüyor ve iki çocuğu ve eşi perişan vaziyette kalıyor. Suç kimde burada? İşçi suçlu diye düşünmeyin. Evet suçlu ama tek suçlu değil. O işçi sahadan uzaklaştırılsa, hatta işsiz bırakılıp memleketine geri gönderilse parası olmasa da hayatı olurdu. Bence asıl suçlu o cezaların verilmesini engelleyen proje müdüründe.Maksat sadece iş yürüsün, ilerlesin bir şekilde olunca, insan hayatının da bir değeri kalmıyor bunların yanında.

Gelelim konumuza: Kesinlikle yeni Soma olmasını istemiyorum. Hiç kimsenin de istediğini sanmıyorum. Yalnız istememekle gereğini yapmak arasında, konu Türkiye'deki uygulamalar olunca, dağlar kadar fark olabiliyor. Milyonda bir, hatta o kadar değil de binde bir ihtimali olan bir kaza için bile sürekli önlem almak demek işverenlerin gözünde bunun için ayırması gereken bütçe kadar değerlidir ne yazık ki. Pek çok işveren için İSG giderleri tamamen fazladan harcanan para olarak görülüyor. Devlet de büyümeye çalışan çocuk misali ''Büyüyelim de, neye malolursa olsun!'' mantığıyla hareket ediyor. En tepedekiler böyle hareket edince de daha Soma'nın acısı çok tazeyken o ünlü Ağaoğlu'nun 1453 projesinde, hem de İstanbul'un fethinin yıldönümünde, 2 işçi iş kazası sonucu hayatlarını kaybetti.

Sorunlar, sorunlar, sorunlar. Peki çözüm? Çözüm var aslında. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın Alo 170 hattı var. Özellikle mobbing konusunda şikayet noktası burası. Yalnız iş güvenliği konusunda da şikayetleri iletip kontrol ettirebiliyorsunuz. Kötü yanı sizin şecerenizin kontrol edilmesi ve bilgi olarak istenmesi. Bununla ilgili çalışıyorum. Şikayet eden kişinin kimliğinin gizli kalabileceği bir sistem getirilmeli. Aksi takdirde kendi işyerinizi şikayet ettiğinizde bu şikayet size işten atılma olarak geri dönebilir. Çünkü şikayeti yaptığınızda öncelikle şikayet edilen yeri/kurumu değil, sizi soruşturan bir sistem var. Buna karşılık ise çözüm kendi işyerimizde olan iş güvenliğiyle ilgili sorunları arkadaşlarımıza iletip onların bu sorunları şikayet etmesini sağlamak. Bunun ciddi anlamda önemsenmesi ve "Kimi kime şikayet ediyorsun?", "Zaten birşey değişmeyecek ki!" diye bir yaklaşıma girilmeden takip edilmesi şart. Bu şekilde Çok fazla şikayet gittiğinde, ki bu aramaların hepsi kayıtlıdır, gözardı edilemez duruma gelecek.

Burada önemli olan bizim yaşam hakkımıza sahip çıkmamız herşeyden önce. Biz yaşam hakkımıza, güvenli koşullarda çalışma hakkımıza sahip çıktığımız sürece işveren de kendi üstüne düşen görevi yerine getirecek ve böylece işler güvenli bir şekilde yapılabilecek.